· Bir yalan ne kadar hızlı olursa olsun, hakikat onu yetişip geçer.
KENYA ATASÖZÜ



13 Temmuz 2012 Cuma

Sezen Aksu için...

Yıl 1989.Annem öğretmen olduğu için o okulda olduğu zamanlarda halam bakıyor bana.Halamların evi müstakil bir ev ve evin hemen yanında komşuları Muhsin Abi'nin kocaman bir bahçesi ve bahçenin ortasında da hayatımda gördüğüm en güzel ev olan müstakil evleri var.Hafızam beni yanıltmıyorsa terziydi Muhsin Abi.Gördüğüm bütün terziler gibi sessiz,sakin ve naif bir insandı.3 tane de kızı vardı Muhsin Abi'nin,diğer ikisini şimdi hatırlamıyorum ama küçük kızı Elif abla vardı,onu hatırlıyorum.Küçük kızı diyorsam ben o zamanlar beş yaşındayım,o ise nerdeyse bir genç kız.Bu Elif abla nerdeyse gün boyu Sezen Aksu dinlerdi teypten.Hiç unutmam bir gün tek başıma bahçede oyun oynarken bir anda duyduğum bir şarkı ile hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım.Henüz 5 yaşındaydım ve galiba ilk defa bir şarkıya ağlıyordum.Şarkı Sezen Aksu'dan 'Gidiyorum'.Benim o şekilde hüngür hüngür ağladığımı gören halam ısrarla niye ağladığımı soruyor,ben ise halamın niye ağlamadığına şaşıyordum.En sonunda kafamı kaldırıp "Sezen Aksu gidiyormuş hala" dedim.Halam tabi başta anlamadı lakin bahçeden gelen şarkıya kulak kesilince gülmeye başladı.Bense o an bütün herkesin Sezen Aksu'yu uğurlamak için bir yerde toplandığını ve dünyada sadece ben ve halam kaldığını düşünüyordum.Sezen Aksu'yu bu denli seven Elif abla ne haldedir kim bilir şimdi diye düşündükçe daha bir üzülüyordum.O gün nasıl bitti,ıstırabım nasıl dindi,Sezen Aksu'nun gitmediğine nasıl ikna oldum,şimdi hatırlamıyorum.Ama o gün Sezen Aksu'nun arkasından o ağlayışımı hiç unutmuyorum.Yıllar sonra bir gece,bir başka Sezen Aksu şarkısı (Bazen) dinlerken yazmış buldum kendimi bu şiiri:


               BU ŞAHANE HÜZÜN TABLOSU
                                                                                                                   Sezen Aksu için;
Ben sizde şarkıların duaya benzeyen bir şey olduğunu
Ben sizde kadınlığın ince ipini, o iple sarkılan derin kuyuları
O kuyularda serin serin sular, Yusuflar olduğunu
Ben sizde sesin sessizlikle ancak ayakta durduğunu
Sessizliğinse bir çeşit dil olduğunu bir çeşit muhabbet
Ben sizde müziğe inanmakla Allah’a inanmanın bir olduğunu
Zaten sevmenin hep hep hep aynı anlamı bulduğunu

 Ben sizde çok ağladım.

Yunus Melih Özdağ

3 Şubat 2012 Cuma

Cansever,Süreya,Uyar...

"ŞAİR, ŞİİR YAZMAK İÇİN VESİLE ARAMAMALI!"
YAŞ VE ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ
Açık Oturum
Katılanlar:

Edip Cansever (EC)
Cemal Süreya (CS)
Turgut Uyar (TU)

Sorular: Tomris Uyar

Tomris Uyar: Konuya şöyle girelim isterseniz. Bir süre önce üçünüz de geniş yankılar uyandıran şiir yazıları yazıyordunuz. Aklıma ilk gelenler, Edip Cansever'in "Mısra İşlevini Yitirdi", Cemal Süreya'nın "Folklor Şiire Düşman", Turgut Uyar'ın "Çıkmazın Güzelliği" başlıklı yazıları. Bunlar o kadar çok yankı yaptı ki, kendileri fikir üretmeyen birtakım eleştirmenler, bu yazılardaki sloganlarla uzun süre geçinebildi. Bugünse, Cemal Süreya dışında şiir üstüne yazan yok içinizde, Cemal de genel olarak edebiyat üstüne yazıyor zaten, özellikle şiir üstüne değil. Bunun nedenlerini nasıl saptayabiliriz, dersiniz?

EC: Değindiğin gibi, bazı yargılarımız gerçekten eleştirmenler tarafından kullanıldı, kullanıldı ama eş anlamda kullanılmadı. Sözgelimi ben "Mısra İşlevini Yitirdi" dediğim zaman, o gün yazdığım şiire göre, o gün ele aldığım, ürettiğim, türettiğim şiire göre böyle bir çıkış yaptığımı sanıyorum. Gerçi bu çıkış orada bitmiş değil, son yazdığım kitaplarda da "Mısra İşlevini Yitirdi" yargısında direniyorum. Ama çıkışım yanlış anlaşıldı. Mısra işlevini yitirdi, öyleyse, mısra şiirin en küçük birimi olduğuna göre, şiir de işlevini yitirdi gibi kolay yargılara varıldı. Ülkemizde yazıların karşılığı çoğu zaman böyle alınıyor. Yavaş yavaş yazı yazmaktan soğudum. Düzyazıyı çok daha iyi yazanlar var, istediğim birçok şeyi diğer yazılarda buluyorum. Türkiye'de yazılan, Türkiye'yi, Türk edebiyatını ilgilendiren yazıları, sözgelimi Cemal Süreya'nın yazılarını severek okumuşumdur; her birinde kendime ve topluma yarayan özler, değerler bulmuşumdur.

Tomris Uyar: Yani şu anda, senin, üstünde çok yazmak istediğin, ama başkasının değinmediğini gördüğün bir konu yok mu?

EC: Yalnızca şiir düşünüyorum. Biraz da tembellik denebilir, ama şiirden başka hiçbir yazı biçimi beni ilgilendirmiyor artık.

Tomris Uyar: Şimdi de Turgut Uyar'a soralım aynı soruyu...

TU: Edip'in demin söylediklerine katılıyorum. Andığın "Çıkmazın Güzelliği" başlıklı yazım, aslında çıkmazın, çıkmazı zorlamanın insaniliğini, güzelliğini göstermek için yazılmıştı ama bunu yorumu şöyle oldu: şiir çıkmazdadır, dolayısıyla Turgut Uyar çıkmazdadır. Bu, beni hiçbir şekilde kırmadı. Bu yaştan sonra -gerçekten böyle demek zorundayım- sadece şiir yazmak istiyorum, şiir üzerine düşünmek değil.

Tomris Uyar: Deminki soruyu zorlarsak... Senin bütün bir şiir serüveninden sonra kafanda uyanan, özellikle şiire ilişkin birtakım sorunlara eğilen yazılar okuyabiliyor musun? Yazılanlar yeterli mi?

TU: Hayır, gerçekten değil. Yani şiirin doğrudan kendisine yönelik yazılar görmüyorum ama edebiyatın genelinde çok sağlam yazılar görüyorum.

Tomris Uyar: O zaman Cemal Süreya ayrıcalıklı bir durumda, en azından ayrı bir konumda. Hemen her konuda yazıyorsun Cemal, edebiyata uzaktan ilişen konular üstüne bile. Bu arada özellikle şiir üstüne yazmamanın nedeni var mı?

CS: Şiir üstüne çok yazdım. Aslında insanın düşünceleri belli. Yani bir yerde tekrara düşüyor çok fazla yazdığı zaman; ama güncelliğe bağlı olarak şiir üstüne de, -bilirim ki, bu, şiir yazmamı, şiirle fazla uğraşmamı önlemiş- öbür sanatlar üstüne de yazmak bana çekici geliyor. Diretiyor zaman zaman. Eskiden, yazmak, geniş araştırmalar yapmak istiyordum, şimdi yeniden onlara dönmek istiyorum. Bakıyorum da, son sıralar, yazı yazmak da bir çeşit şiir yazmak olmuş benim için, bir bakıma onun yerini de tutmuş. Şiir üstüne yazdığım yazılarda, ilk sıralarda hep kendi şiirimi savunduğum ileri sürüldü. Tuhaf bir şekilde, şiirimiz üstüne genel olarak söylemek istediğim şeyler değiştirilmek istendi. Yani Edip'in ve Turgut'un söyledikleri aynen başıma geldi. Sözgelimi "Folklor Şiire Düşman" yazısının -ki belki 25 yıl önce yazılmıştır- folklorun kötüye kullanılmasından söz ediliyordu. Özellikle Oktay Rifat'ın o dönemdeki şiiri ele alınıyordu. Bu, çarpıtıldı ve folklora ben düşmanmışım gibi bir sonuç çıkarıldı. Son zamanlarda yine buna değinen, yazıyı bilmedikleri halde, aynı düşünceyi ileri süren arkadaşlar var. Bir, bir buçuk yıldır daha çok şiirle uğraşıyorum, yazı yazmak şimdi bana biraz daha zor geliyor.

TU: Burada katılabilir miyim? Cemal ile benim yazı yazdığımız sıralarda bir şiir savaşımı vardı, yeni bir şiir yerleştirilmeye çalışılıyordu. O zaman yazmaya mecbur hissediyorduk kendimizi bir bakıma. Kendi adıma ben öyle hissediyordum. Şimdi öyle bir durum söz konusu değil, özellikle üstüne yazılacak bir şiir ya da şiir gelişimi yok.

EC: Benim de değinmek istediğim bir nokta var. Bütün dünya kültürlerini ve edebiyatlarını yakından uzaktan izleyebilme olanağımız yok. Öncelikle, dilimiz yaygın bir değil. Ama ülkemizde bir, bazan birkaç yaygın yabancı dili bilen, eleştirmen ya da incelemeci olmayan okurlardan da bir T.S. Eliot çapında deneme yazabilen çıkmadı şimdiye kadar. Diyelim ki bir Lukacs gibi tezler öne süren bir incelemeci çıkmadı. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ben de şöyle düşünmüştüm bir zamanlar: böylesine kapsamlı yazılamayacaksa, yazıdan vazgeçmeli dedim ve en iyi bildiğimi -eğer becerebiliyorsam- şiirin daha iyisini yazmayı seçtim.



Tomris Uyar: Demin Cemal, elli yaşınızı aştığınızı söyledi. Biz de bilmezden geliyorduk.

EC: Çoktan aştık, çoktan.

Tomris Uyar: Elli yaşı aşmak, genç ve taze şiir yazmak isteyenler için bir sorun olmasa gerek, ama yaşlandıkça yazılan şiirin insanın yaşamında ayrı bir yeri oluyor mu? Burada "yaşlanma" sözcüğünü yalnızca bir birikime sorumlulukla sahip çıkma olarak kullanmıyorum. Düpedüz, yazarken bir değişiklik oluyor mu?

TU: Şiir yazanda yaşlanmak... Laf olsun diye söylüyoruz, bence böyle bir yaşlanma söz konusu değil. Yirmi yaşımda ne kadar heyecanla yazıyorduysam, şimdi de aynı heyecanla yazıyorum. Ne var ki elli yıllık bir geçmiş, bende biraz dikkatli olma duygusu yaratıyor. Kendi ustalığımı kullanıp kolaya kaçmak istemiyorum. Elli yaşından sonra da -tekrar söylüyorum- aynı heyecan var, ama daha temkinli bir heyecan.

Tomris Uyar: Daha "az hormonal" bir heyecan mı?

TU: İnsan hormonal etkilerle şiir yazıyorsa, o otuzunda biter.

Tomris Uyar: Belki düşünceye daha çok yaslanılıyor, şiir daha bir damıtılıyor, deneyler gözden geçirilebiliyor demek istiyorum.

EC: Kendi deneylerime bakarak, yüzde yüz inanarak söylüyorum. İleri yaşlarda (bunlar değişebilir) şiir daha iyi anlaşılıyor, daha iyi yazılıyor. Bak, birdenbire açık, net bir şey söylemiş oldum. İnsan, yirmi-yirmi beş yaşında sözgelimi, aşk şiiri yazar. Ama aşklar eskidikçe, eskitildikçe, aşkın tortusu insanda daha başka türlü kalır. Yazarken, aşkı gündemden çıkarıp genele götürebilir, daha anlayışlı olur ve o anlayışlı olmanın verdiği filozofça tavır diyelim, iyi şiire gitmesini kolaylaştırır belki. Nitekim birtakım ustalıklar elde etmiştir zaten, kalemi eline alınca yazabilecek durumdadır, ama bu deneyler birikiminden çıkan şiir daha yoğun olacaktır, inanıyorum.

Tomris Uyar: Cemal Süreya'ya bir sorum var. Son şiirlerinde daha yalın (yalınkat anlamında değil tabii) bir anlatım, dağınık imgelere yer vermeyen bir kurgu göze çarpıyor. Yanılıyorsam, söyle. Bu yalınlık, bilinçli bir arayışın sonucu mu? Yoksa yaşla kendiliğinden varılan bir durulma mı?

CS: Yaşın şaire etkisi, deneylerin çoğalmasıyladır, bazı deneylerin anı haline gelmesiyle, bazı anıların geçersizleşmesiyledir. Demin "hormonal" demiştin; gerçekte burada "memorial" bir durum meydana geliyor. Birkaç yıl önce bir şeyler bitti bende. Bir sürü yönden sağlıklı bir adamım, ama eskiden bir sürü idealim vardı, çok küçük, kişisel idealler; birine yeniden rastlama olasılığı... Çocukluktaki bir sınıf arkadaşına sözgelimi (benim şiirim biraz erotiktir de, ondan bu noktaya geldim galiba). Evet, ona yeniden rastlamak, benim için belki mümkün olmayacaktı, ama köşede duran bir şeydi ve şiirimi yazarken belli birileri okusun isterdim; onlar okumasa bile, birileri var diye yazardım biraz da. Bir-iki yıl önce kendi yaşımı düşündüm... Bir de baktım ki, onların yaşı da benim kadar. Hepsi yaşlanmış. İnan olun böyle. Çevirdiğim “Gönül ki Yetişmekte”de var. Sonunda kahramanın karşısına ak saçlı biri çıkıyor. Oradaki konuşmalarda adamın öyle bir vazgeçişi var ki... Yani duyguların bazıları ölüyor. Hangileri ama? Küçük hesaplar falan ölüyor. İnsan, daha filozofça bir kişiliğe bürünüyor. Demin şiirimle düşüncem arasındaki kopukluktan söz ettim, on yıl önce bunu söylemezdim; en azından, şu banda söyleyemezdim. İnsan bir hoşgörü kazanıyor, biraz daha düşünceye yaslanıyor. Bu bizim için bir tehlike olabilir mi acaba? Çünkü biz bir duygu şelalesiyle geldik.

EC: Ben burada Turgut'a bir soru yöneltmek istiyorum.

TU: Galiba çaktırmadan yaşlılığın övgüsünü yapıyoruz burada. Tabii yaşlanmadık ama!

CS: Olsun yahu. Konuştuğumuza göre bu da bir yaşlanmadır.

EC: Bir konuşmamızda Turgut, "İnsan bir yaşa gelince, bazı temel yapıtları örnek alarak bundan modern bir çoğaltmaya geçebiliyor," demişti. Örnek olarak da Melih Cevdet Anday'ın "Ölümsüzlüğün Ardında Gılgamış" şiirini göstermişti. Benim kafama takıldı bu. Gerçi böyle bir niyetim yok ama...

CS: Burada sözünü kesiyorum. Bence insan, sonradan düşünce şiirine geçebilir. Değişimlere evet, tabii. Evet ama, insan, altmış beş yaşından sonra büyük çelişkilere düşmemeli. Melih Cevdet, ömrü boyunca lirizmle alay etmiş, şimdi lirizm arıyor. Bu, yaşlanmayı hiç istemiyor demektir, doğaya karşı koyuyor demektir. Zaten şiirinden de belli. Tabii ki bir mizah yapıtında da lirizm olabilir, o başka; ama Melih Cevdet "şinanay lirizm" dediği şeye, bir zaman reddettiği lirizme dadanıyor. Bunun için derim ki Allah kimseyi o duruma düşürmesin.

TU: Bizim için tehlikeli olabilir mi? Bu çok önemli. İnsan, kendindeki şiir kaynağının, gücünün tükendiğini belli belirsiz de olsa fark etti mi...

CS: Belki de fark etmez.

TU: Yoo, eder. O zaman sarılacağı iki şey oluyor. Biri: konuya yaslanmak. Sözgelimi Gılgamış'a. Bir diğeri de, biçim oyunlarına girmek. Tehlike, bu. Yoksa Gılgamış yeniden ele alınıp yazılamaz demek istemiyorum, ama Gılgamış'ın yalnızca kendi büyüsüne yaslanıp şiir yazmak bir parça tükenme anlamında benim için. Biçim oyunları da aynı şey. Birçok yaşlanmış şair, son dönemlerinde vezinli-kafiyeli, tekrarlı mısralara kapılırlar. Hep gördüğümüz bir şey bu. Ama ben Melih Cevdet'in kitaptaki öbür şiirlerini sevdim. Yani şair, şiir yazmak için vesile aramamalı diyorum.

EC: Katılıyorum sana.

CS: Evet.

Tomris Uyar: Yarıda kalmış bir soruyu tamamlayalım. Demin Oktay Rifat'tan söz açılmıştı Perçemli Sokak'tan ötürü. İkinci Yeni bağlamında. Bu konuya açıklık getirir misiniz biraz?

CS: Bak. Oktay Rifat, "İkinci Yeni'yi ben kurdum" diyor. İyi de, bizim 1950'den sonra çıkmaya başlıyor şiirlerimiz, ama kitap çıkaramıyoruz. Oktay Rifat, Perçemli Sokak'ı 1956'da çıkardı, kitaptaki şiirlerin hemen hiçbiri önceden yayımlanmamıştı. Ve bir önsözle akımı üstlenmeye kalkıştı. Şimdi Özdemir İnce buna dikkat etmiş. Ben yazdığım bir yazıda "bir yıl önce" diyorum, ama Özdemir hesaplamış üç ay önce oluyor, Yeditepe Şiir Ödülü'nü aldıktan sonra kendisiyle yapılan bir konuşmada "Şiir nedir?" sorusunu şöyle yanıtlıyor Oktay Rifat: "Şiir, halkın sosyal dertlerine deva bulmaktır." Özdemir'in hesabına göre bundan üç ay sonra da İkinci Yeni akımını kurduğunu ileri sürüyor. Bunu Oktay Rifat'ın takvim yanlışlığına verelim. Demek o şiirleri, önce dergilerde yayımlanan şiirlere, bizimkilere göre yazmış. Üstelik çok mekanik şiirlerdir onlar, tam oturmamıştır.

TU: Ben Forum'da yazmıştım bu konuda. Aynı şeyleri söyledim.

EC: Ben de a dergisinde.. . Şöyle toparlarsak: İkinci Yeni'liği kabul etmiyoruz hiçbirimiz, ama tutalım ki bir an kabul ettik, biz belli bir kurumdan yola çıkmıyoruz ki bu kurama uygun olanı daha önce Oktay Rifat bulmuş olsun. Mantığa uymuyor. Hepimizin şiiri başka bir şiir, ortak bir kurama bağlayamayız. Peki, olmayan bir şey daha önce nasıl yapılabilir?

CS: Şu da geçsin zapta: İnsanın birtakım etkilenmeleri vardır. Ben kendi adıma Oktay Rifat ile Melih Cevdet'in Türkçe tutumundan etkilendim. Bu da var. Bu iki şair aslında değerli üstadlar, ama gereğinden fazla kişisel politika yapıyorlar ve bugün politikaları artık geçerli değil. Oktay Rifat'ın o günkü sözleriyle, Melih Cevdet'in yazılarından ve tavrından çıkan bazı ipuçları beni yaraladı aslında, onları sevme adına yaraladı.

EC: Onları, bizden önce yazdıkları için söz konusu ediyoruz burada. Ama sözünü ettiğin Türkçe tutumu ancak iyi bir şairi etkileyebilir. Sen iyi bir şair olmasaydın...

CS: Canım daha belli değil.

EC: Buraya birbirimizi övmeye gelmedik ama yermeye de gelmedik.

TU: Benimki genel bir karşı çıkış. Senin yaptığın bir kadirbilirlik Cemal. Ama kimse dilini başkasından öğrenemez.

CS: Onların Türkçe'yi kullanışları, bir bakıma somutlamaları etkilemiş beni demek istiyorum. Sözgelimi "Tohum" şiiri. O kitabın genel tutumuna aykırı düşse de.

TU: Hece şiiridir o.

CS: Evet ama bu ustaların Türkçeyi materyalize etmede 1940 kuşağı denen şairlerden çok daha büyük katkıları vardır. Ama şiirsel planda aldığımız zaman... Bakın çok açık konuşuyoruz burada, kardeş gibi; yaşlılık falan dedik ya, yarın ölecekmişiz gibi... Geriye baktığımızda çok eskimiş buluyorum o şiirleri. Yahya Kemal bile eskiliği içinde daha iyi. Çünkü çok spekülatif şiirler bunlarınki.

Tomris Uyar: Aman söylenmedik bir şey kalmasın.

CS: O zaman bu konuşma birimiz ölünce yayımlansın da, para etsin bari.

TU: İnsan tabii kendiliğinden yaşlı, önemli şairlerden etkilenebilir ya da dilin nasıl kullanılacağı doğrultusunda etkiler çıkarabilir, ama şiir etkilenme alanı değildir, tam tersine alınan etkilere bir tepkidir.

CS: Bak, bu çok güzel.

TU: Ben de Melih Cevdet'ten, Oktay Rifat'tan etkilenmişimdir ama yapmak istediğim, onların yazdığının tam karşısında bir şiirdi.

Tomris Uyar: Demek ki bir edebiyatçıda -sanatçıda - kendi tutarlılığını, kendi dünyasını kurma adına verdiği savaşta ufak tefek tutarsızlıkları bağışlanır sayıyorsunuz ama sanat anlayışı ya da ideoloji açısından tutarsızlığı, çelişki olarak nitelendiriyorsunuz.

CS: Şöyle diyebilir miyiz Tomris? İnsan, gerici-tutucu bir aşamadan ilerici bir aşamaya geçebilir, ama ilericiden tutucuya dönmesi, yaşla bile açıklanamaz.

EC: Hesaplı, planlı sayılır.

TU: İhtidadır, o başka bir şey.

Tomris Uyar: Daha nice söyleşilerde buluşmak üzere hepinize teşekkür ederim. İsterseniz, bir söyleşiyi de özeleştiriye ayıralım.

Varlık Dergisi, Mart 1983

19 Ocak 2012 Perşembe

Arkasından Vurulmuşların Arkasından


Ben Ermeni lafının küfür olarak kullanıldığı bir şehirde (Van) doğdum.Ailemde,yakın çevremde Ermeni kelimesi o kadar büyük bir korku ve kinle söylenirdi ki açıkcası ben de uzun zaman bu Ermeni lafından çekindim.Hrant Dink'i ise öldürülünceye kadar pek duymamıştım.Ermeni soykırımı içinse bildiğim vaktiyle Ermeniler'in babamın doğduğu köyde gerçekten çok büyük bir katliam yaptıkları ve babamın nenesinin de bu katliamdan köyün köprüsünün altına saklanarak kurtulduğuydu.Halbuki daha on yıl önce şehrin üst yakasında ikamet eden Ermeniler Erek Dağı'nın zirvesinden kaynağını alıp Van Gölü'ne dökülen derelere "aşağı tarafta Müslümanlar bu suyla abdest alıyor" diye armut sapını bile atmadıkları bir zaman yaşanıyormuş Van'da.Sonrası bildiğimiz hikaye:emperyalistler,birbine düşen halklar ve o büyük acılar...
Dedim ya Hrant Dink'in adını duymuş olsam da öldürülünceye kadar kim olduğunu,derdinin ne olduğunu inanın bilmiyordum.Öldürüldükten sonra tanımaya başladım Hrant'ı.Fikirleri,hayalleri,umutları,dertleri ne imiş az biraz öğrendim.Ama hrant ile ilgili okuduklarım,duyduklarım ve hissettiklerimin her yanına sinmiş ve beni aklın,düşüncenin civarlarına yaklaştırmayan,sadece ve sadece derin bir acı ile karşılığını bulan o delik ayakkabılar var ya,o delik ayakkabılar...yalnızca bir halkın değil,dünyadaki bütün mazlumların vesikalık fotoğrafı olan o delik kunduralar var ya...sanki o delikten sızıp öyle vuruyordu güneş açlıktan kıvranan Afrika'ya,o güzel Filistin'e,Arjantinde'ki devrimcilere,Küba'nın arka sokaklarına,Mısır'ın Tahrir Meydanı'na ve bütün yalnızlara,bütün mazlumlara...
Bir dostum Twitter'a Hrant meselesi artık siyasi bir meseleden çıkmıştır,Hrant davası bir insanlık davasıdır yazmış.Ne güzel söylemiş.Hrant'ı savunmak artık insanlığı savunmaktır.Niyesine gerek yok ama gene de diyelim niyesini:çünkü Hrant devletin loş koridorlarından milletin kalbine indirmek gayretidir artık iktidarı.Adaleti devletin politikası olmaktan çıkartıp milletin sadık bir dostu kılmak cehdidir.Çünkü Hrant kürtlüğüne,ermeniliğine,aleviliğine,dinsizliğine,cinsiyetine bakılmaksızın insanları bir,eşit ve muhterem görmenin adıdır artık.Şair Haydar Ergülen ne güzel söylemiş Hrant'a adanan yetimler ağıdı şiirinde:aslında ne türküz,ne kürdüz ne de ermeniyiz/öyle bir babamız var ki hrant hepimiz yetimiz.
Hrant'ın kim olduğunun hiçbir önemi yok,artık soru şu: biz kimiz?Twitter'da başörtülü bir kadın yazmış:"Müslüman ve dindarım, Müslüman bir Ogün Samast, bir Yasin Hayal olacağıma binlerce kez Ermeni Hrant Dink olmayı yeğlerim..."ah güzel kardeşim benim,filistin denince bosna denince coşan bu müslümanlar neden başka gayr-i müslim mazlumlara gelince iş susarlar?Niye?Niye?Niye?Bilmezler mi gayr-i müslim mazlum olmaz,Allah mazlumlarla beraberdir,bilmezler mi?Zulme karşı durmayanın azarlandığı Kitap var,okumazlar mı?Bir uyuz köpek ürkmesin diye koca bir kervanın yolunu değiştirten bir Peygamber'e tabi olduklarını bilmezler mi?İmam Ali'yi bilmezler mi?Kendi bölgesinde öldürülenYahudi kadının acısıyla "Bir insan bu utançla ölürse belki affedilir"diyen İmam Ali'yi bilmezler mi?Kamuoyu vicdanını geçtim,hesap günü var,bilmezler mi?Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu boğazlasa benden sorulur diyen Ömer'i bilmezler mi?
Bir müslüman olarak Hrant'ın Ermeni ve Hristiyan oluşunun nazarımda hiçbir önemi yok,o benim kardeşim.Müslümanlar kardeştir amenna,ama mazlumlar da kardeş değil mi be kardeşim!
Şair Alper Gencer "arkasından vurmuşlar ayakkabısında delik olan bir adamı.bu resmi göremeyen kalp ermeniliğe neyi isnat ediyorsa,tam olarak kendini tarifliyor" diye yazmış Hrant için.Onun bu yazdıklarından mülhem:

Biz arkasından vurulmuşların arkasındayız ve olmaya da devam edeceğiz inşallah ve şu fani dünyada kim ki arkasından vurulmuş imanla aşkla ona arka çıkmak boynumuzun borcu!

Yunus Melih Özdağ
19 Ocak 2012









14 Eylül 2011 Çarşamba

Ömer Tuğrul İnançer...

Din muhabbettir, mükellefiyet değildir. Ama mükellefiyetler yerine getirilmeden muhabbet olmaz.
*
Çok malı olana zengin demezler, stokçu derler. Zengin çok verene denir.
*
İhsân'ı sadece malını infak etmek olarak para vermek olarak algılıyorlar, en büyük ihsân güleryüzdür.
*
Bir toplumun en hakiki Milli Savunma Bakanlığı ulemadan olur.
*
Akla akılla veda etmeye aşk denir.
*
Kuran-ı Kerim Cemal-i Mustafa'dan okunur.

*
Oruç, tutmayana ağır gelir. Namaz, kılmayana ağır gelir. Adam gibi yaşamak, adam gibi yaşamayana ağır gelir.
*
Âşıklar için ateş, cehennem ateşi, o da ne ise, vâiz efendilere sorarsan kaynayan ateş. Bakın, şunu unutmayın: Allah 'ın ebedî azâbı dünyadaki hiçbir ölçüyle ölçülemez.
Kezâ Allah 'ın ebedî nimet de dünyadaki hiçbir nimetle ölçülemez. Eğer cennet hûrilerin, gılmanların kol gezdiği, kebap yendiği, Kevser şarabının içildiği bir yer ise, Hasan Sabbah onu vaktiyle yapmıştı, cennet bu kadar ucuz değildir.
Cemâlullah 'tan, cemâl-i Mustafâ'dan ayrı kalmaktan daha büyük azab olur mu? Mükafat, vuslat mükâfatıdır insan olan için. Allah ve Resûlüne vuslat...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Cahit Zarifoğlu: Devrim ve İman

Geçenlerde bir internet sitesinde* enteresan bir ankete katıldım. Soru şu idi: hangi şair öğretmeniniz olsun isterdiniz? Daha şıklara bakmadan Zarifoğlu diye geçirdim içimden. Bir de baktım Zarifoğlu şıklarda. Diğer isimler ise şöyle: Mehmet Akif, Necip Fazıl, İsmet Özel, Atilla İlhan, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç. Anket neticesinde ankete katılanların %36’sı Mehmet Akif demiş,%31’i ise Necip Fazıl. Geri kalan isimlerin hepsi %10’nun altında.

Hem Akif hem Necip Fazıl hiç kuşku yok ki 20.yüzyıla damga vurmuş, kendinden sonra gelen kuşaklar için bu toprakların fikriyat dünyasını mayalamış isimler. Akif bu ülkede müslümanca tavrın, çağın her meselesine karşı İslamı ve imanı kuşanmanın öncüsüdür. Akif ‘inanmış adam’dır. Bugün Türkiye’de yazılmakta olan eylem şiirinin neşet ettiği yer Akif’in şiiridir. Eylem şiiri derken neyi kastediyoruz? Devrim ve iman eylem şiirinde yan yanadır. Eylem şiiri üst perdeden konuşmaz belki ama sesi kısık değildir, alanlara ne kadar değginse eviçlerine de o denli nüfuz eder. Aklın kasları ihmal edilmez lakin mesele gönüllerdedir. Zulme karşıdır, mazlumun yanındadır fakat en son tahlilde aradığı Rıza-i İlahiyedir. Görünen o ki Türk şiirinin de gelip dayandığı nokta bizim burada bahsettiğimiz eylem şiiri noktasına gün be gün yekiniyor. Türkiye ayağa kalktıkça Türk şiiri de ellenip ayaklanıyor. Türkiye’nin ayağa kalkması meselesi çok daha siyasi bir mesele olduğundan pek girmek istemiyorum ama şunu da gözden kaçırmamak lazım: Türk şiiri dikleniyor, sesi yükseliyor demek ki Türkiye’de ‘bir şeyler’ oluyor. Bugün Türk dış politikası 70’lerde Sezai Karakoç’un haykırdığı noktaya doğru dörtnala koşmuyor mu? Evet, bugün Türk dış politikası 70’lerde bir şairin işaret ettiği yerlere sürüyor atını. Bakmayın şiir azalıyor diyen karamsar zevata, Türk şiiri kaybolmaz, hakiki olan paslanmaz. Akif işte bugünlerin şiirinde belki de en fazla katkısı olan şairdir. Çünkü Akif’ boyun eğmemek’ denen kelimeyi soktu şiire. Necip Fazıl ise bambaşka bir soluk getirdi bu şiire. Geçen yüzyılın en yetenekli şairlerinden biriydi Kısakürek. Necip Fazıl Akif’in açtığı yola birkaç zekâ çiçeği eklemekle kalmadı ayrıca Müslüman aydına, şaire, yazara komplekssiz olmayı öğretti. Çağa karşı durmayı öğretti, çağın zehrine bir ecza oldu her söylediği. Sezai Karakoç’a gelirsek, kabul etmek gerekir ki Karakoç Akif’i ve Necip Fazıl’ı en iyi anlayan şairlerden biri belki de ilki. Tam manasıyla bir üstattır Karakoç. Akif’in berk imanı Necip Fazıl’ın zekâsı ve bir de derin Anadolu. Karakoç resmi budur kanımca. Az evvel de değinmiştik Karakoç bugünkü Türk dış politikasının mimarı, fikir işçisidir. Yalnızca bu mu? Karakoç bu coğrafyanın ritmidir, temposu hiç düşmez onun. Sustuğunda dahi sürer gider Karakoç. Karakoç’un şiire getirdiği tazelik, şiirine konu ettiği ufuklar, edebiyata ilişkin notları ve daha birçok hizmeti Karakoç’u kendinden sonra gelenleri çok derinden etkileyen bir şair olarak etiketlememize sebebiyet veriyor lakin şunu da eklemek gerekir: kendinden önceki şairlerden çok daha iyi bir şairdir Karakoç. Akifin imanlı temposu Kısakürek’in zekâ pırıltıları onun şiirinde artık zirvededir.
Gelgelim Zarifoğlu’na. Hemen ilk elde söylemeliyim: Türk şiirinin en özel şairidir. Zarifoğlu. Müstesnadır. Yazdığı şiir dolaysızdır. Akif de vardır şiirinde, Necip Fazıl da Karakoç da. Lakin onun şiiri bambaşkadır. Şiirin insanda değdiği yerleri onun kadar zorlayan bir şair olmuş mudur? Zannetmem. Zarifoğlu şiiri devrim ve imandır. Ne imansız bir devrim uğultusu ne de devrimsiz bir iman kuruluğudur. Harekettir Zarifoğlu, sestir, öfkedir yerine göre, yerine göre simsiyah bir hasrettir. Onun kelimeleri şapkasızdır, üstsüz başsızdır, kara kavruktur. Fabrikanın kasıklarını ovan işçilerin hak dünyasında hastalanan bir adamdır o. anadan doğma şairdir o, şairlerin hasıdır. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türk şiirinde Akif’le başlayan Kısakürek’le kimlik bulan Karakoç’la istikamet tayin eden müslümanca tavır Zarifoğlu’yla artık harekete geçmiştir. Bugünün şiirinin özdeki karşılığı Akifse, dilde ve tavırdaki karşılığı Zarifoğlu şiiridir. Devrim ve iman demiştik Zarifoğlu şirine, bunu biraz açalım: İslam dirilişinin harekete geçtiği yerdir Zarifoğlu şiiri. Bugün Hakan Albayrak tavrı,Mavi Marmara hareketi,İttihad-ı İslam davası,2000’lerin dolaysız,net şairleri Zarifoğlu şiirinin ve duruşunun bir izdüşümüdür. Ağır ağır açan, açıldıkça açılan bir şiirdir zira Zarifoğlu şiiri. Zarifoğlu’nun Afgan savaşında yazdığı şiirler bugünkü sesi gür şiirin, direniş şiirinin de el kitabıdır. Devrimcidir ama imanı esas alır, dünyayı değiştirmek için değil mahşerde alnı açık hesap verebilmek içindir devrimciliği. İsmi ile müsemmadır: cehd eder onun şiiri, mücahittir. ”Yazdıkların şiir değilse kalsın, cennetse sevdan çık dışarı”.  İşte budur Cahit Zarifoğlu tavrı. Tavizsizdir ama merhamet kaynar.
Kabul etmek gerekirse şiir artık imgeyi kaldırmıyor. Daha doğrusu yeni şiirin beygirleri artık imge değil. İmge şiirin birimi olmaktan çıktı. Dünya şiirini bilmem ama Türk şiiri artık böyle. Yeni şiirin birimi harekettir, bir başka deyişle eylem. Hareket şiirde imgeyi dışlamıyor belki ama kutsamıyor da. Şiirin seyri neyi gerektiriyorsa hareket onu monte ediyor şiire. Aslında şöyle de diyebiliriz imge artık yeni şiirde statik bir konuma sahip değil şiirin koştuğu atlara imgenin kendisi de dâhil oluyor, imge hareketleniyor. Çağın icbar ettiği hızdan mıdır bu hareket peki? Bir yanıyla evet denebilir buna lakin şiir çağın kendi hızını da aşmış durumda bugün.(tarihin her döneminde bu böyledir aslında) Bu hız şiirin değerini düşürür mü peki? O zaman aynı yere dönüyoruz; devrim imanla beslenmedikçe devrim olmaz, hız ilimle sarmalanmadıkça bir yere varmaz. Cahit Koytak bugün Taraf’taki köşesinde köşe yazısı yerine şiir yazıyorsa ve bu şiir imgeden arî bir şiir ise bunu uzun uzun düşünmek icap eder. Koytak her ne kadar Zarifoğlu sulbünden bir şiir yazmasa da farklı bir damardan aynı hareketli şiiri yazıyor bugün. Öyle ki Koytak hareket uğruna şiirin kendisinden dahi taviz vermekten gocunmuyor. Şiir hakkından feragat ediyor bir nevi. Şiir artık o kadar dallanıp budaklandı ki şair şairanelikten vazgeçebiliyor, şiir anlam uğruna müziğini heba etmekten gocunmuyor. İlhan Berk yıllar önce” anlam rastlantıdır” demişti. Şiir artık anlamın rastlantı olduğu vadiyi de çoktan aşmış bulunuyor, artık anlam esastır. Bu bir bakıma 2.yeni şiirinin de aşılmış olduğunu haber veriyor. Akımlar gelir geçer, aslolan anlamdır bir bakıma ve anlam çağın koşullarına göre biçim değiştiriyor o kadar. Yukarıda Koytak’ın bir gazete köşesinde yazdığı şiirle, şiir hakkından dahi taviz verdiğini söylemiştik. Bu birçok şair için kabul edilemez bulunabilir lakin bu bana o kadar da korkulacak bir şey gibi gelmiyor. Niye değil peki? Çünkü Türk şiirin kökleri sağlamdır. Koytak daha evvel yazdığı imge yoğun şiirden daha yalın bir şiire yelken açıyor. Yalın ama basit değil; yalın ama hareketli. Mesele kolay okunan bir şiir değil elbette yoksa Zarifoğlu’ndan hiç bahsetmezdik, mesele yalın ama yavan olmayan ‘söz’ün ardına düşmek. Koytak’ın şiirinin hakkını elbette zaman verecek ama şöyle ya da böyle bugün şiirdeki durulaşma ve netlik köklerini doğrudan Zarifoğlu şiirinden almıyor belki ama bu yeni duruşun köklerini Zarifoğlu’nda aramamız gerekir. Bu yeni şiirin özünde var bulunan hareketlilik Zarifoğlu’nun’ kapalı’ şiirinde de mevcut idi. Bir bakıma yeni şiir Zarifoğlu şiirine düşülmüş şerhlerdir, şiirin bütünü olmasa da en azından yeni şiirin en geniş damarı böyle. Komplekslerinden, dini önyargılarından arınmış sol şiiri de bu söylediklerime dâhildir. Lakin geleneği hala bir biçim şeklinde saptayan, çağın akışına kendi şiirini uyduramayan, şiirine hareket katamayan ‘muhafazakâr’ şairler bu söylediklerimizin dışındadır.
Zarifoğlu’nun ölmeden hemen evvel söylediği bir söz var,”Yunus gibi şiirler yazmak isterdim” diyor Zarifoğlu. Son olarak burada biraz duralım: Rus edebiyatı Gogol’un paltosundan çıktı ise Türk şiiri de Yunus’un hırkasından çıkmıştır. Zarifoğlu neden Yunus gibi şiirler yazmak istediğini söylüyor en sonunda? Ki kendi şiiri kendini en zor ele veren şiirlerden biri iken. Ben şöyle yorumluyorum bunu: yeni zamanlar Yunus’un netliğine, dolaysızlığına muhtaç çünkü. Batı kendisi de dâhil olmak üzere herkesin üzerine son 3-4 yüzyıldır öyle bir kavram enkazı yıktı ki, zihinler o denli bulanık ve düşünceler o denli kaygan ki Yunus’un dili ancak temizleyebiliyor bu karmaşık zihin yığınlarını. ’Sevdiğim söylemez isem sevmek derdi beni boğar’. Açık,net,doğrudan. Zarifoğlu Yunus’a geri dönüşün de bir simgesidir. Kendi öznel şairlik tarihi de Türk şiirinin tarihinin minyatürüdür bu yüzden.’İşaret Çocukları’ndan ‘Menziller’e,’Korku ve Yakarış’a. Denebilir ki onun şiirinde sözün gittikçe daha rafine, daha açık, daha doğrudan bir şekle bürünmesi kendinden sonraki şiirin seyri seferinde de sürmüş ve hala sürmektedir. Yazının sonuna geldik ve metnin müellifi olarak hala Zarifoğlu’nun bugünkü şiirdeki karşılığını tam olarak anlatamadığımı düşünüyorum. Ondan, onun şiirinden, onun tavrından öğreneceğimiz milyonla şey var daha.

Ben işte bu sebeple öğretmenim Cahit Zarifoğlu olsun isterdim.

Şimdi hareket vakti!


Yunus Melih Özdağ (Edebiyat Ortamı,sayı 20)

*www.haberkultur.net

20 Haziran 2011 Pazartesi

Bütün Şiirler...

Aşk şiiridir bütün şiirler.
Henrik Nordbrandt

15 Haziran 2011 Çarşamba

İSLAM VE İKTİSAT

Evvela iktisat nedir, ne anlama gelir, onu konuşalım. İktisat Arapça bir kelime ve kasıt kökünden geliyor. Aslında kelimenin kasıt kökünden geliyor olması bize iktisadın neliği, ne anlama geldiği, karşılığı hususunda ciddi ipuçları veriyor. Bu iş ilk etapta kişinin kendi al-verine bir kasıt, bir müdahale olarak başlayıp daha sonra ulusların al-ver’lerini düzenleyecek büyük bir ‘bilim’ olarak zuhur etmiştir. Ben kendi adıma iktisat’ın zuhurunu insan nefsinin en görkemli sanat eserlerinden biri olarak telakki ediyorum. İnsanın ‘kendi’ni düşünmesinin, benliğini öncelemesinin doğal bir sonucudur iktisat.
Zatı muhterem, dervişanın birisine sual eylemiş;
-Ey dervişan sen ne eylersin?
Dervişan:
-Bulduğumda şükrederim, bulamadığımda dua ederim.
  Zatı muhterem:
- Onu köpekler de yapar deyince dervişan atılmış;
- Peki, sen ne eylersin?
-Biz bulduğumuzda dağıtırız, bulamayınca şükrederiz.
İktisat işte tam bu meselde konuşulmaya başlanmalı. İktisat biliminin İslam dünyasındaki karşılığını tam da bu mesel mahiyetinde düşünmek icap eder diye düşünüyorum. Çünkü İslam mal biriktirmeye veya sermayeye değil bütün bu malı mülkü Allah yolunda infak etmemeye gazaplanır. Hazreti Ebubekir örneği karşımızda dimdik ve şüpheye mahal vermez bir halde durmaktadır. Evet, kısaca İslam malın mülkün karşısında olmaktan ziyade malın mülkün herkes için eşitlenmesi derdindedir. Hatta biraz daha ileri: malın mülkün insana şu fani ömründe perde olmaktan çıkıp girdiği yolda yoldaş olması. Eşyada dahi ruhun esintisi! Belki de İslam ve sosyalist düşünce en keskin olarak burada ayrılmaktadır: İslam malı mülkü bir engel olmaktan çıkarıp bir merdiven kılmaya, gönlün dikenli yollarında yeri geldiğinde elinden tutacak bir el olarak tasavvur ederken, sosyalist düşünce malı mülkü herkes için eşitleyip, herkesi nerdeyse aynı mahpusluğa davet etmektedir. Eşitlik ve adalet gibi maneviyattan hiçbir suretle ayırt edilemeyecek şeyleri, maddi dünyada eşitleyerek insanın derununa ve hakikatine bir nevi ket vurmaktadır sosyalist düşünce. Sanki herkes aynı parayı kazanınca insanın maddeye olan düşkünlüğü sona erecek de mesut mesut yaşayacak insanlık. Hayır, İslam gerçekçidir! Gerçekçidir çünkü maddi bir eşitliğin, maddi bir doygunluğun insana yetebileceği fikrinden uzaktır. İnsanın asıl derdini müşahede etmiştir bir kere. İnsan muhabbetle doyar, verdikçe artar, kaybettikçe kazanır, sevdikçe yükselir. O tadı alan malı mülkü görmez bile zaten. İstanbul Menkul Kıymetler borsasının ekranlarına bütün sistemleri çökerten şöyle bir beyit düştüğünü farz edin bir an: “canlar canını buldum, bu canım yağma olsun/assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun.” Ne güzel bir yer olur o zaman dünya!
Neyse efendim biraz da ‘gerçek’ dünyaya, modern iktisada bakalım. Sezai Karakoç “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” adlı eserinde kitabına şöyle başlar:”evvela ekonomi her şeyden evvel ahlak meselesidir.” Muhteşem bir teşhis!Böyle bir şart ile dünya ekonomik yapısına baktığımız vakit gördüklerimiz insanın kanını donduran cinsten.Çünkü yeni şekillenen dünyada ahlak ve ekonominin yan yana gelmesi nerdeyse anormal karşılanıyor.Kendisinin yeterince satış yaptığını düşünüp gelen müşteriyi “rakibine” yönlendiren istiğna ehli görse idi bu zamanları ne derin bir ah çekerdi acaba.Çünkü o adamlar bilirdi ki mal mülk dünyalıktır,karın doyurmak,fukara doyurmak,gönüller almak içindir;bitmeyen ihtiyaçlar,kabarık mevduat hesapları için değil.Bizde ekonominin ne kadar ahlak ve haysiyet dışına çıktığını anlamak için birkaç istatistiğe bakmak yeterli.Arap ülkelerindeki şeyhlerin gelirinin nerdeyse halklarının fakirliğini izale eyleyecek raddeye gelmesi,dünyanın en zengin ilk 100 müslümanı zekâtını hakkınca verir ise Afrika ekonomilerinin çok ciddi rahatlayacağı ve bir takım yapısal reformlarla düştüğü derin açlıktan kurtulabileceği.Ama ne yazık ki modern iktisat bilimi bunlarla pek ilgilenmiyor.O daha çok Amerikan merkez bankası faiz oranları ile Nijerya’da bir yılık portakal üretimi arasındaki korelâsyonları veya daha saçma daha faşizan daha burjuva takıntılarını kendine konu ediniyor.Evet,çok net söylüyorum dünyadaki ekonomistler açlık ve bölüşüm politikaları üzerine düşünmemeye,dünyanın bu iktisadı rezaletine bir çözüm, bir hakkaniyet getirmeye çalışmadığı müddetçe,yaptıkları boş işlerdir,kendileri kibir kulelerinde iktisadı anlamayanları eleştirmeye devam etsinler,onlar hayatı anlamamış,hayatı!
Bence artık sadece ne yapabilirizi konuşmalıyız, hiç daha fazla edebiyat yapmaya gerek yok. Evet, ne yapabiliriz?
Öncelikle ve ivedilikle İslam ve iktisat hususunda Müslüman entelektüeller düşünmeli, tartışmalı, paneller, konferanslar düzenlemeli. Büyük bir kalkınma hamlesinin bir parçası oldukları hem de önemli bir parçası oldukları bilincini de taşıyarak tabi.
Bakın kapitalist dünyanın en son içine düştüğü ve etkileri hala devam etmekte olan krizin basit bir sebebi var: dünya piyasasında gezinen aşırı para. Örneğin 10 milyar liralık mal var bütün dünyada ama 20 milyar para dolanıyor ortalıkta. Bunun sebebi ne: faiz! Faiz ne? Gerek yok tanımına; faiz haramdır. İşte çözümlerden en hayatisi. Öyleyse ne yapacağız? Faize direneceğiz ve hatta belki de bizim faize bu direncimiz sayesinde Batı, krizlerinin ardında gizliden gizliye beliren faizi sezer de hep yekûn beynelmilel bir faiz karşıtlığı başlar, ne dersiniz, hoş olmaz mı? Dünya ekonomisinin felahı faizden kurtulmakla mümkün gözüküyor buradan bakınca.
Son tahlilde ne söylenebilir? İnsan nefsi var olduğu sürece karışıklık, kaos, çelişki bitmez buna amenna. Örneğin enflasyonu yenmenin ilk şartı nefsi yenmektir aslında. Gelgelim somut maddi planda gerçekçi olarak ne yapabiliriz? Kafamızı çatlayıncaya kadar üzerinde düşünmemiz gerek. İslam medeniyetinin yeniden doğuşu elbette bir tek ekonomiye dayandırılamaz lakin ekonomi yok sayılarak da ortaya atılan bir medeniyet fikri güçsüzdür, zayıftır, gerçekçi değildir. Nasıl bir ekonomi peki? Ahlaklı, edepli ve haysiyetli. Öyle ki ekonominin büyüklüğü bunlarla ölçülmeli, bir takım rakamların ve yüzdelerin hükmüyle değil.
Ve ne demişti Sezai Karakoç, bir daha:”iktisat evvela ahlak meselesidir”.

Yunus Melih Özdağ