· Bir yalan ne kadar hızlı olursa olsun, hakikat onu yetişip geçer.
KENYA ATASÖZÜ



14 Eylül 2011 Çarşamba

Ömer Tuğrul İnançer...

Din muhabbettir, mükellefiyet değildir. Ama mükellefiyetler yerine getirilmeden muhabbet olmaz.
*
Çok malı olana zengin demezler, stokçu derler. Zengin çok verene denir.
*
İhsân'ı sadece malını infak etmek olarak para vermek olarak algılıyorlar, en büyük ihsân güleryüzdür.
*
Bir toplumun en hakiki Milli Savunma Bakanlığı ulemadan olur.
*
Akla akılla veda etmeye aşk denir.
*
Kuran-ı Kerim Cemal-i Mustafa'dan okunur.

*
Oruç, tutmayana ağır gelir. Namaz, kılmayana ağır gelir. Adam gibi yaşamak, adam gibi yaşamayana ağır gelir.
*
Âşıklar için ateş, cehennem ateşi, o da ne ise, vâiz efendilere sorarsan kaynayan ateş. Bakın, şunu unutmayın: Allah 'ın ebedî azâbı dünyadaki hiçbir ölçüyle ölçülemez.
Kezâ Allah 'ın ebedî nimet de dünyadaki hiçbir nimetle ölçülemez. Eğer cennet hûrilerin, gılmanların kol gezdiği, kebap yendiği, Kevser şarabının içildiği bir yer ise, Hasan Sabbah onu vaktiyle yapmıştı, cennet bu kadar ucuz değildir.
Cemâlullah 'tan, cemâl-i Mustafâ'dan ayrı kalmaktan daha büyük azab olur mu? Mükafat, vuslat mükâfatıdır insan olan için. Allah ve Resûlüne vuslat...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Cahit Zarifoğlu: Devrim ve İman

Geçenlerde bir internet sitesinde* enteresan bir ankete katıldım. Soru şu idi: hangi şair öğretmeniniz olsun isterdiniz? Daha şıklara bakmadan Zarifoğlu diye geçirdim içimden. Bir de baktım Zarifoğlu şıklarda. Diğer isimler ise şöyle: Mehmet Akif, Necip Fazıl, İsmet Özel, Atilla İlhan, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç. Anket neticesinde ankete katılanların %36’sı Mehmet Akif demiş,%31’i ise Necip Fazıl. Geri kalan isimlerin hepsi %10’nun altında.

Hem Akif hem Necip Fazıl hiç kuşku yok ki 20.yüzyıla damga vurmuş, kendinden sonra gelen kuşaklar için bu toprakların fikriyat dünyasını mayalamış isimler. Akif bu ülkede müslümanca tavrın, çağın her meselesine karşı İslamı ve imanı kuşanmanın öncüsüdür. Akif ‘inanmış adam’dır. Bugün Türkiye’de yazılmakta olan eylem şiirinin neşet ettiği yer Akif’in şiiridir. Eylem şiiri derken neyi kastediyoruz? Devrim ve iman eylem şiirinde yan yanadır. Eylem şiiri üst perdeden konuşmaz belki ama sesi kısık değildir, alanlara ne kadar değginse eviçlerine de o denli nüfuz eder. Aklın kasları ihmal edilmez lakin mesele gönüllerdedir. Zulme karşıdır, mazlumun yanındadır fakat en son tahlilde aradığı Rıza-i İlahiyedir. Görünen o ki Türk şiirinin de gelip dayandığı nokta bizim burada bahsettiğimiz eylem şiiri noktasına gün be gün yekiniyor. Türkiye ayağa kalktıkça Türk şiiri de ellenip ayaklanıyor. Türkiye’nin ayağa kalkması meselesi çok daha siyasi bir mesele olduğundan pek girmek istemiyorum ama şunu da gözden kaçırmamak lazım: Türk şiiri dikleniyor, sesi yükseliyor demek ki Türkiye’de ‘bir şeyler’ oluyor. Bugün Türk dış politikası 70’lerde Sezai Karakoç’un haykırdığı noktaya doğru dörtnala koşmuyor mu? Evet, bugün Türk dış politikası 70’lerde bir şairin işaret ettiği yerlere sürüyor atını. Bakmayın şiir azalıyor diyen karamsar zevata, Türk şiiri kaybolmaz, hakiki olan paslanmaz. Akif işte bugünlerin şiirinde belki de en fazla katkısı olan şairdir. Çünkü Akif’ boyun eğmemek’ denen kelimeyi soktu şiire. Necip Fazıl ise bambaşka bir soluk getirdi bu şiire. Geçen yüzyılın en yetenekli şairlerinden biriydi Kısakürek. Necip Fazıl Akif’in açtığı yola birkaç zekâ çiçeği eklemekle kalmadı ayrıca Müslüman aydına, şaire, yazara komplekssiz olmayı öğretti. Çağa karşı durmayı öğretti, çağın zehrine bir ecza oldu her söylediği. Sezai Karakoç’a gelirsek, kabul etmek gerekir ki Karakoç Akif’i ve Necip Fazıl’ı en iyi anlayan şairlerden biri belki de ilki. Tam manasıyla bir üstattır Karakoç. Akif’in berk imanı Necip Fazıl’ın zekâsı ve bir de derin Anadolu. Karakoç resmi budur kanımca. Az evvel de değinmiştik Karakoç bugünkü Türk dış politikasının mimarı, fikir işçisidir. Yalnızca bu mu? Karakoç bu coğrafyanın ritmidir, temposu hiç düşmez onun. Sustuğunda dahi sürer gider Karakoç. Karakoç’un şiire getirdiği tazelik, şiirine konu ettiği ufuklar, edebiyata ilişkin notları ve daha birçok hizmeti Karakoç’u kendinden sonra gelenleri çok derinden etkileyen bir şair olarak etiketlememize sebebiyet veriyor lakin şunu da eklemek gerekir: kendinden önceki şairlerden çok daha iyi bir şairdir Karakoç. Akifin imanlı temposu Kısakürek’in zekâ pırıltıları onun şiirinde artık zirvededir.
Gelgelim Zarifoğlu’na. Hemen ilk elde söylemeliyim: Türk şiirinin en özel şairidir. Zarifoğlu. Müstesnadır. Yazdığı şiir dolaysızdır. Akif de vardır şiirinde, Necip Fazıl da Karakoç da. Lakin onun şiiri bambaşkadır. Şiirin insanda değdiği yerleri onun kadar zorlayan bir şair olmuş mudur? Zannetmem. Zarifoğlu şiiri devrim ve imandır. Ne imansız bir devrim uğultusu ne de devrimsiz bir iman kuruluğudur. Harekettir Zarifoğlu, sestir, öfkedir yerine göre, yerine göre simsiyah bir hasrettir. Onun kelimeleri şapkasızdır, üstsüz başsızdır, kara kavruktur. Fabrikanın kasıklarını ovan işçilerin hak dünyasında hastalanan bir adamdır o. anadan doğma şairdir o, şairlerin hasıdır. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türk şiirinde Akif’le başlayan Kısakürek’le kimlik bulan Karakoç’la istikamet tayin eden müslümanca tavır Zarifoğlu’yla artık harekete geçmiştir. Bugünün şiirinin özdeki karşılığı Akifse, dilde ve tavırdaki karşılığı Zarifoğlu şiiridir. Devrim ve iman demiştik Zarifoğlu şirine, bunu biraz açalım: İslam dirilişinin harekete geçtiği yerdir Zarifoğlu şiiri. Bugün Hakan Albayrak tavrı,Mavi Marmara hareketi,İttihad-ı İslam davası,2000’lerin dolaysız,net şairleri Zarifoğlu şiirinin ve duruşunun bir izdüşümüdür. Ağır ağır açan, açıldıkça açılan bir şiirdir zira Zarifoğlu şiiri. Zarifoğlu’nun Afgan savaşında yazdığı şiirler bugünkü sesi gür şiirin, direniş şiirinin de el kitabıdır. Devrimcidir ama imanı esas alır, dünyayı değiştirmek için değil mahşerde alnı açık hesap verebilmek içindir devrimciliği. İsmi ile müsemmadır: cehd eder onun şiiri, mücahittir. ”Yazdıkların şiir değilse kalsın, cennetse sevdan çık dışarı”.  İşte budur Cahit Zarifoğlu tavrı. Tavizsizdir ama merhamet kaynar.
Kabul etmek gerekirse şiir artık imgeyi kaldırmıyor. Daha doğrusu yeni şiirin beygirleri artık imge değil. İmge şiirin birimi olmaktan çıktı. Dünya şiirini bilmem ama Türk şiiri artık böyle. Yeni şiirin birimi harekettir, bir başka deyişle eylem. Hareket şiirde imgeyi dışlamıyor belki ama kutsamıyor da. Şiirin seyri neyi gerektiriyorsa hareket onu monte ediyor şiire. Aslında şöyle de diyebiliriz imge artık yeni şiirde statik bir konuma sahip değil şiirin koştuğu atlara imgenin kendisi de dâhil oluyor, imge hareketleniyor. Çağın icbar ettiği hızdan mıdır bu hareket peki? Bir yanıyla evet denebilir buna lakin şiir çağın kendi hızını da aşmış durumda bugün.(tarihin her döneminde bu böyledir aslında) Bu hız şiirin değerini düşürür mü peki? O zaman aynı yere dönüyoruz; devrim imanla beslenmedikçe devrim olmaz, hız ilimle sarmalanmadıkça bir yere varmaz. Cahit Koytak bugün Taraf’taki köşesinde köşe yazısı yerine şiir yazıyorsa ve bu şiir imgeden arî bir şiir ise bunu uzun uzun düşünmek icap eder. Koytak her ne kadar Zarifoğlu sulbünden bir şiir yazmasa da farklı bir damardan aynı hareketli şiiri yazıyor bugün. Öyle ki Koytak hareket uğruna şiirin kendisinden dahi taviz vermekten gocunmuyor. Şiir hakkından feragat ediyor bir nevi. Şiir artık o kadar dallanıp budaklandı ki şair şairanelikten vazgeçebiliyor, şiir anlam uğruna müziğini heba etmekten gocunmuyor. İlhan Berk yıllar önce” anlam rastlantıdır” demişti. Şiir artık anlamın rastlantı olduğu vadiyi de çoktan aşmış bulunuyor, artık anlam esastır. Bu bir bakıma 2.yeni şiirinin de aşılmış olduğunu haber veriyor. Akımlar gelir geçer, aslolan anlamdır bir bakıma ve anlam çağın koşullarına göre biçim değiştiriyor o kadar. Yukarıda Koytak’ın bir gazete köşesinde yazdığı şiirle, şiir hakkından dahi taviz verdiğini söylemiştik. Bu birçok şair için kabul edilemez bulunabilir lakin bu bana o kadar da korkulacak bir şey gibi gelmiyor. Niye değil peki? Çünkü Türk şiirin kökleri sağlamdır. Koytak daha evvel yazdığı imge yoğun şiirden daha yalın bir şiire yelken açıyor. Yalın ama basit değil; yalın ama hareketli. Mesele kolay okunan bir şiir değil elbette yoksa Zarifoğlu’ndan hiç bahsetmezdik, mesele yalın ama yavan olmayan ‘söz’ün ardına düşmek. Koytak’ın şiirinin hakkını elbette zaman verecek ama şöyle ya da böyle bugün şiirdeki durulaşma ve netlik köklerini doğrudan Zarifoğlu şiirinden almıyor belki ama bu yeni duruşun köklerini Zarifoğlu’nda aramamız gerekir. Bu yeni şiirin özünde var bulunan hareketlilik Zarifoğlu’nun’ kapalı’ şiirinde de mevcut idi. Bir bakıma yeni şiir Zarifoğlu şiirine düşülmüş şerhlerdir, şiirin bütünü olmasa da en azından yeni şiirin en geniş damarı böyle. Komplekslerinden, dini önyargılarından arınmış sol şiiri de bu söylediklerime dâhildir. Lakin geleneği hala bir biçim şeklinde saptayan, çağın akışına kendi şiirini uyduramayan, şiirine hareket katamayan ‘muhafazakâr’ şairler bu söylediklerimizin dışındadır.
Zarifoğlu’nun ölmeden hemen evvel söylediği bir söz var,”Yunus gibi şiirler yazmak isterdim” diyor Zarifoğlu. Son olarak burada biraz duralım: Rus edebiyatı Gogol’un paltosundan çıktı ise Türk şiiri de Yunus’un hırkasından çıkmıştır. Zarifoğlu neden Yunus gibi şiirler yazmak istediğini söylüyor en sonunda? Ki kendi şiiri kendini en zor ele veren şiirlerden biri iken. Ben şöyle yorumluyorum bunu: yeni zamanlar Yunus’un netliğine, dolaysızlığına muhtaç çünkü. Batı kendisi de dâhil olmak üzere herkesin üzerine son 3-4 yüzyıldır öyle bir kavram enkazı yıktı ki, zihinler o denli bulanık ve düşünceler o denli kaygan ki Yunus’un dili ancak temizleyebiliyor bu karmaşık zihin yığınlarını. ’Sevdiğim söylemez isem sevmek derdi beni boğar’. Açık,net,doğrudan. Zarifoğlu Yunus’a geri dönüşün de bir simgesidir. Kendi öznel şairlik tarihi de Türk şiirinin tarihinin minyatürüdür bu yüzden.’İşaret Çocukları’ndan ‘Menziller’e,’Korku ve Yakarış’a. Denebilir ki onun şiirinde sözün gittikçe daha rafine, daha açık, daha doğrudan bir şekle bürünmesi kendinden sonraki şiirin seyri seferinde de sürmüş ve hala sürmektedir. Yazının sonuna geldik ve metnin müellifi olarak hala Zarifoğlu’nun bugünkü şiirdeki karşılığını tam olarak anlatamadığımı düşünüyorum. Ondan, onun şiirinden, onun tavrından öğreneceğimiz milyonla şey var daha.

Ben işte bu sebeple öğretmenim Cahit Zarifoğlu olsun isterdim.

Şimdi hareket vakti!


Yunus Melih Özdağ (Edebiyat Ortamı,sayı 20)

*www.haberkultur.net

20 Haziran 2011 Pazartesi

Bütün Şiirler...

Aşk şiiridir bütün şiirler.
Henrik Nordbrandt

15 Haziran 2011 Çarşamba

İSLAM VE İKTİSAT

Evvela iktisat nedir, ne anlama gelir, onu konuşalım. İktisat Arapça bir kelime ve kasıt kökünden geliyor. Aslında kelimenin kasıt kökünden geliyor olması bize iktisadın neliği, ne anlama geldiği, karşılığı hususunda ciddi ipuçları veriyor. Bu iş ilk etapta kişinin kendi al-verine bir kasıt, bir müdahale olarak başlayıp daha sonra ulusların al-ver’lerini düzenleyecek büyük bir ‘bilim’ olarak zuhur etmiştir. Ben kendi adıma iktisat’ın zuhurunu insan nefsinin en görkemli sanat eserlerinden biri olarak telakki ediyorum. İnsanın ‘kendi’ni düşünmesinin, benliğini öncelemesinin doğal bir sonucudur iktisat.
Zatı muhterem, dervişanın birisine sual eylemiş;
-Ey dervişan sen ne eylersin?
Dervişan:
-Bulduğumda şükrederim, bulamadığımda dua ederim.
  Zatı muhterem:
- Onu köpekler de yapar deyince dervişan atılmış;
- Peki, sen ne eylersin?
-Biz bulduğumuzda dağıtırız, bulamayınca şükrederiz.
İktisat işte tam bu meselde konuşulmaya başlanmalı. İktisat biliminin İslam dünyasındaki karşılığını tam da bu mesel mahiyetinde düşünmek icap eder diye düşünüyorum. Çünkü İslam mal biriktirmeye veya sermayeye değil bütün bu malı mülkü Allah yolunda infak etmemeye gazaplanır. Hazreti Ebubekir örneği karşımızda dimdik ve şüpheye mahal vermez bir halde durmaktadır. Evet, kısaca İslam malın mülkün karşısında olmaktan ziyade malın mülkün herkes için eşitlenmesi derdindedir. Hatta biraz daha ileri: malın mülkün insana şu fani ömründe perde olmaktan çıkıp girdiği yolda yoldaş olması. Eşyada dahi ruhun esintisi! Belki de İslam ve sosyalist düşünce en keskin olarak burada ayrılmaktadır: İslam malı mülkü bir engel olmaktan çıkarıp bir merdiven kılmaya, gönlün dikenli yollarında yeri geldiğinde elinden tutacak bir el olarak tasavvur ederken, sosyalist düşünce malı mülkü herkes için eşitleyip, herkesi nerdeyse aynı mahpusluğa davet etmektedir. Eşitlik ve adalet gibi maneviyattan hiçbir suretle ayırt edilemeyecek şeyleri, maddi dünyada eşitleyerek insanın derununa ve hakikatine bir nevi ket vurmaktadır sosyalist düşünce. Sanki herkes aynı parayı kazanınca insanın maddeye olan düşkünlüğü sona erecek de mesut mesut yaşayacak insanlık. Hayır, İslam gerçekçidir! Gerçekçidir çünkü maddi bir eşitliğin, maddi bir doygunluğun insana yetebileceği fikrinden uzaktır. İnsanın asıl derdini müşahede etmiştir bir kere. İnsan muhabbetle doyar, verdikçe artar, kaybettikçe kazanır, sevdikçe yükselir. O tadı alan malı mülkü görmez bile zaten. İstanbul Menkul Kıymetler borsasının ekranlarına bütün sistemleri çökerten şöyle bir beyit düştüğünü farz edin bir an: “canlar canını buldum, bu canım yağma olsun/assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun.” Ne güzel bir yer olur o zaman dünya!
Neyse efendim biraz da ‘gerçek’ dünyaya, modern iktisada bakalım. Sezai Karakoç “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” adlı eserinde kitabına şöyle başlar:”evvela ekonomi her şeyden evvel ahlak meselesidir.” Muhteşem bir teşhis!Böyle bir şart ile dünya ekonomik yapısına baktığımız vakit gördüklerimiz insanın kanını donduran cinsten.Çünkü yeni şekillenen dünyada ahlak ve ekonominin yan yana gelmesi nerdeyse anormal karşılanıyor.Kendisinin yeterince satış yaptığını düşünüp gelen müşteriyi “rakibine” yönlendiren istiğna ehli görse idi bu zamanları ne derin bir ah çekerdi acaba.Çünkü o adamlar bilirdi ki mal mülk dünyalıktır,karın doyurmak,fukara doyurmak,gönüller almak içindir;bitmeyen ihtiyaçlar,kabarık mevduat hesapları için değil.Bizde ekonominin ne kadar ahlak ve haysiyet dışına çıktığını anlamak için birkaç istatistiğe bakmak yeterli.Arap ülkelerindeki şeyhlerin gelirinin nerdeyse halklarının fakirliğini izale eyleyecek raddeye gelmesi,dünyanın en zengin ilk 100 müslümanı zekâtını hakkınca verir ise Afrika ekonomilerinin çok ciddi rahatlayacağı ve bir takım yapısal reformlarla düştüğü derin açlıktan kurtulabileceği.Ama ne yazık ki modern iktisat bilimi bunlarla pek ilgilenmiyor.O daha çok Amerikan merkez bankası faiz oranları ile Nijerya’da bir yılık portakal üretimi arasındaki korelâsyonları veya daha saçma daha faşizan daha burjuva takıntılarını kendine konu ediniyor.Evet,çok net söylüyorum dünyadaki ekonomistler açlık ve bölüşüm politikaları üzerine düşünmemeye,dünyanın bu iktisadı rezaletine bir çözüm, bir hakkaniyet getirmeye çalışmadığı müddetçe,yaptıkları boş işlerdir,kendileri kibir kulelerinde iktisadı anlamayanları eleştirmeye devam etsinler,onlar hayatı anlamamış,hayatı!
Bence artık sadece ne yapabilirizi konuşmalıyız, hiç daha fazla edebiyat yapmaya gerek yok. Evet, ne yapabiliriz?
Öncelikle ve ivedilikle İslam ve iktisat hususunda Müslüman entelektüeller düşünmeli, tartışmalı, paneller, konferanslar düzenlemeli. Büyük bir kalkınma hamlesinin bir parçası oldukları hem de önemli bir parçası oldukları bilincini de taşıyarak tabi.
Bakın kapitalist dünyanın en son içine düştüğü ve etkileri hala devam etmekte olan krizin basit bir sebebi var: dünya piyasasında gezinen aşırı para. Örneğin 10 milyar liralık mal var bütün dünyada ama 20 milyar para dolanıyor ortalıkta. Bunun sebebi ne: faiz! Faiz ne? Gerek yok tanımına; faiz haramdır. İşte çözümlerden en hayatisi. Öyleyse ne yapacağız? Faize direneceğiz ve hatta belki de bizim faize bu direncimiz sayesinde Batı, krizlerinin ardında gizliden gizliye beliren faizi sezer de hep yekûn beynelmilel bir faiz karşıtlığı başlar, ne dersiniz, hoş olmaz mı? Dünya ekonomisinin felahı faizden kurtulmakla mümkün gözüküyor buradan bakınca.
Son tahlilde ne söylenebilir? İnsan nefsi var olduğu sürece karışıklık, kaos, çelişki bitmez buna amenna. Örneğin enflasyonu yenmenin ilk şartı nefsi yenmektir aslında. Gelgelim somut maddi planda gerçekçi olarak ne yapabiliriz? Kafamızı çatlayıncaya kadar üzerinde düşünmemiz gerek. İslam medeniyetinin yeniden doğuşu elbette bir tek ekonomiye dayandırılamaz lakin ekonomi yok sayılarak da ortaya atılan bir medeniyet fikri güçsüzdür, zayıftır, gerçekçi değildir. Nasıl bir ekonomi peki? Ahlaklı, edepli ve haysiyetli. Öyle ki ekonominin büyüklüğü bunlarla ölçülmeli, bir takım rakamların ve yüzdelerin hükmüyle değil.
Ve ne demişti Sezai Karakoç, bir daha:”iktisat evvela ahlak meselesidir”.

Yunus Melih Özdağ

13 Haziran 2011 Pazartesi

Attığını muhakkak vur,zarifçe..

“Haydi ey şair,sen de uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle insanları uyandır,
ölen duyguları canlandır,unutulan görevleri hatırlat.Attığını muhakkak vur.Sen,
aşk deyince bilsinler ki artık,o şimdiye kadar bildikleri değildir.”
                  Cahit Zarifoğlu

2 Haziran 2011 Perşembe

Edebiyat dergileri ne işe yarar?




Edebiyat dergileri ne işe yarar?
Edebiyat dergileri ne işe yarar sorusunu sormak aynı zamanda edebiyat ne işe yarar sorusunu sormak ile bir midir? Evvela bunu yanıtlamanın daha evla olduğu kanısındayım. Edebiyat dergileri edebiyatın bütünüyle kendisi değildir belki ama koludur, bacağıdır, dilidir dergiler edebiyatın. Günün yazılmakta olan şiirinin, hikâyesinin, denemesinin kısacası bir ülkenin ruhi, kalbi, akli icraatının dibacesidir dergiler. Cemil Meriç dergiler için "tefekkürün hür kaleleri" diyor, biraz bunun üzerinden gitmek istiyorum. Nedir hür tefekkür? Ben hür tefekkürden ideoloji ve fikirlerin rahatça ifade edilmesinden çok daha fazla şey anlıyorum. Hür tefekkür yazdıklarının onca insana gideceğine ve gittiği onca insanda gittiği insan sayısı kadar farklı etkiler oluşturacağını bile bile kalemi eline almak ve kalbine/aklına düşeni yazmaktır. Tefekkürün hür olması için evvela o tefekkürün kişinin kendinden, kendi göğüs kafesinden veya akıl mapusanesinden cemiyete salınması şarttır. Hürlük insanın evvela kendinde başlayan bir mefhumdur; siyasi, sosyolojik hürlük sonra gelir. Peki, konumuza dönelim; bugün edebiyat dergileri gerçekten hür tefekkürün kaleleri mi? Sanmıyorum. Mesela hangi edebiyat dergisinde yayımlanan bir şiir, bir öykü, bir deneme veyahut eleştiri gündeme geliyor? Edebiyat kendi küçük göletinde yüzüp, yüzdürülüp duruyor hâlbuki ona ummanlar yaraşır. Ben çokça söylendiği gibi edebiyat dergilerinin az satmasını, gündem oluşturamamasını toplumun entelektüel seviyesiyle ilintili görenleri haklı bulmuyorum. Evet, doğru gazete bile okumayan bir toplumda dergi meselesi tahmin edilir ki çok daha çetrefilli bir meseledir. Peki, ama edebiyatçılar burada hiç suçlu değil mi? Örneğin Ortadoğu’da kan gövdeyi götürüyor, devrimler, isyanlar. Ortadoğu demek dünya demek değil mi? Hangi edebiyat dergisinde bununla alakalı bir metin gördünüz? Mesela Mısır devrimi sırasında ve sonrasında neden bir Mısırlı şairle mülakat yapılmaz veya Suriyeli bir ressam veya Bahreynli bir romancı. İçerde durum çok mu farklı sanki? Ülkenin yaşadığı durumlarla alakalı ideolojisini bir kenara bırakıp bir şair, bir edip gibi yazıp çizen gördünüz mü hiç?Varsa yoksa yıllardır konuşulup duran ve konuşulup durulmasından ötürü artık belleklerde bir gemi enkazı gibi duran mevzular.Bu memlekette zaten hiç bir konu enine boyuna,derinlemesine konuşulmuyor,bir de aynı ataleti,fasıklığı ve sığlığı edebiyat dünyasında da görmek insana büyük bir hayal kırıklığı yaşatıyor. Abdülkadir Budak edebiyatımıza bir Kemal Kılıçdaroğlu lazım diyor; dürüst, erdemli. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ahlakını tartışmak istemem ama bir şairin böyle bir yorum yapması gerçekten içler acısı değil mi? İdeoloji bir insanın gözüne hele hele bir şairin gözüne böyle perde olabilir mi Allah aşkına? Bir şair ülkenin edebiyatına bir siyasetçi dürüstlüğünü davet ediyorsa, vay halimize. Ki bu siyasetçi yaklaşık 100 yıldır bu ülkeyi hallaç pamuğuna çeviren ve nerdeyse ülkenin toprağına fikri zeminde hiçbir şey katmamış bir siyasanın temsilcisi iken?

Diğer dergiler de bundan çok mu farklı sanki? Kitaplık dergisi memur şairleri ile edebiyatımıza banka reklamlarından başka bir şey katmıyor nicedir. İnsanın dergiyi gördükçe “ah ulan o para bende olacaktı” diyesi geliyor. Varlık sermayeden yemeye devam ediyor gerçi öyle bir sermaye ki o da ye ye bitmez. Dergâh kendi köşesinde mazbut ve istikrarlı ama "hareket"i onların da nicedir ihmal ettiğini söylemek gerek. Edebiyat Ortamı dergisi duruşu olan bir dergi, bu önemli. Şimdilik dergi için tek temenni: sesini biraz daha yükseltmesi, bağırması değil kulağı ağır işitenlere de seslenebilmesi.

En başta sorduğumuz soruya dönerek bitirelim yazımızı: edebiyat dergileri ne işe yarar? Edebiyat hayata benzemeli başka türlü bir şeye de benzemez. Edebiyat dergileri de bir işe yarayacaksa hayata benzemeli, hayatın herkesin toplamından daha büyük daha kuvvetli bir şey olduğu bilgisi dâhilinde ha bire hayata çullanmalı, hayatı sormalı, hayatı konuşmalı, hayata yetişmeli. Sadece edebiyattan anlayan edebiyattan da anlamaz; şair, edip, eleştirmen hayatın meydanında olmalı, mevzuların göbeğinde olmalı. Şair Mustafa Aydoğan’ın çok güzel bir sözü var, öyle bitirelim yazımızı: bir ülkenin tarihi şairlerinin tarihidir!

Yunus Melih Özdağ

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Mustafa Kutlu Hikâyeciliği: Sohbet, Çay, Ünsiyet



Mustafa Kutlu ile ilgili yazı kaleme alacak adamın karşısında eğer ki daha önce de bir şair, bir hikâyeci ile ilgili bir şeyler karalamışsa daha evvel karşılaşmadığı nevinden bir zorluk belirir. İyi bir hikâyeci iyi bir söz ustası olması bir yana Kutlu üzerinde herkesin hemfikir olduğu bir ediptir ve takdir edersiniz ki herkesin hemfikir olduğu bir adamı yazmak zordur. Herkes diyorsak bu ‘her meşrep’ anlaşılsın yoksa herkesin üzerinde hemfikir olduğunu söylersek Kutlu’ya haksızlık etmiş oluruz. İyisi mi biz bu ‘her meşrep’ olayını iyice bir açalım. Vira bismillah. Evvela şunu belirtelim: Kutlu’nun hikâyelerinden bir lezzet almanın terazisi edebiyattan anlamaktan ziyade sohbetten anlamak, çay içmekten anlamaktır. Bu böyledir. Mustafa Kutlu hikâye yazmaz, sizi İstanbul manzaralı bir mekâna çağırır, çay doldurur, bir hikâye hatta birkaç hikâye anlatır, gönderir. İyi kitap okunmaz zaten, dinlenir.(iyi şiirin de şaşmaz bir terazisi vardır, adama direk sigara yaktırır).Çünkü edebiyata değil hayata inanır Kutlu. Sözü yalnızca kelimelere, cümlelere mahkûm etmez. Söz onun öykülerinde bazen kahramanların anlatamadığı belki de bile isteye anlatmadığı bazense yazarın anlatmaktan imtina ettiği yerlerden de neşet eder. Sözü cümlelere dökmek kısmına gelince, Kutlu’nun kullandığı kelimeler üzerinde ecdadın yüzyıllarca gezindiği, adımlaya adımlaya parlattığı ve üzerinde artık bir anlam kristali oluşmuş kelimelerdir. Kutlu’nun dilindeki sadeliğe denk olarak hikâyelerinde yarattığı derinlik ve dahi incelik burada aranmalıdır. Aktüel olanı kadim kelimelerle anlatır Kutlu böylelikle kadim olanı aktüel kılar daha doğrusu okuruna kadim olanın hep aktüel kaldığını hatırlatır. Kutlu’nun hikâyelerinde ‘şimdi’ geleneğin vardığı son noktadır,’sonra’ ise geleneğin bir sonraki istasyonu. Zamanın yekpare, parçalanamaz olduğunu, değişenin değişmeyen değişmesin diye değiştiğini, hülasa asıl olarak hiçbir şeyin değişmediğini sezgilerim hep Kutlu’nun anlattıklarında.

Kutlu’nun her damağa meşrebince bir tat verdiğinden bahsetmiştik, bu genellemeyi yaparken edebiyatla hemhal olmuş kişiler veya kitap kurtları değil sadece menzilim. Hayatında Minyeli Abdullah’tan başka kitap okumamış babama da Kutlu kitabı okuttuğumda sonuç değişmiyor, anneme de amcamın oğluna da. Benim en çok hediye ettiğim kitaptır “Mavi Kuş” mesela. Arkadaşlarım arasında “Mavi Kuş” hediye etmediğim yok gibidir nerdeyse veya bana bir kitap söyle okuyayım desin biri, tak: Uzun Hikâye, Mavi Kuş, Menekşeli Mektup. Şaşmaz! Bir yazarın iyiliğinin de sanırım koşulu bu, kim ne derse desin: herkes kendi kavlince bir şeyler bulup çıkaracak, bir lezzet alacak. Bana metinlerarasılıktan, kurgu tekniğinden şundan bundan bahsetmeyin. Çay demleme ihtiyacı veriyor mu bir hikâye, dostlarla muhabbet edesin geliyor mu, anneni arayıp hal hatır sorasın geliyor mu, tamam. Biz ne anladıysak sohbetten, muhabbetten, çaydan anladık. Bu böyledir. Bizim medeniyetimiz bir çay medeniyetidir. İslam bir sohbet dinidir. Efendimiz “din nasihattir” buyuruyor. Nasihat ayrı sohbet ayrı diye düşünmeyin, aynı şeydir. Nasihat nush kökünden gelir ve bu da yapılan bir işin şaibelerden korunmasıdır. Yani nasihat bir öğüt olmaktan ziyade sohbetle, muhabbetle insanın kendisini şaibeden korumasıdır. Zorlama bir bağlantı kurulduğum sanılmasın, her sohbet nasihattir, her nasihat sohbettir. Mustafa Kutlu’nun her hikâyesi sohbettir, nasihattır. Ben geleneğin bu anlamda modern Türk edebiyatında en iyi temsillerinden birinin de Kutlu hikâyeleri olduğunu düşünüyorum. Gelenek çağın kıstırmalarına, kışkırtmalarına insanlığın kadim eczası olan muhabbetle kılıç kuşanılabileceğini fısıldamaz mı hep? Daha doğrusu geleneğin doğru tanımın da bu olduğuna inanıyorum. Gelenek demek sohbet demek, muhabbet demek, menkıbe demek, hikâye demek. Elbette örf ve adetlerden, ananelerden çok daha köklü ve çok derin bir yerdir gelenek. Gelenekle hesaplaşılmaz, faydalanılır. Hesaplaşılacak olan bidatlerdir, bir takım saçma sapan örfler, adetlerdir. Zaten iyi olan zamana kalır. Gelenek zamanın koridorunda“doğru”nun kendini şaibe ve bidatlerden korumasıdır, insanlığın birikiminin nesilden nesile tertemiz ak pak bir su gibi akmasıdır. Akan su bulanık olmaz.

Kutlu’nun hikâyelerinde beni mest eden bir şey daha var: Bu topraklar. Sapına kadar yerlidir Kutlu ama yerel değil ve bu yerlilik onun hikâyelerini has muhabbete dönüştürüyor. Kendini, etrafını, memleketini anlatmayan insan ne anlatabilir ki? Bütün insanlığa seslenmenin yolu etrafına seslenmekten geçmez mi? Efendimize Allah ilk tebliği akrabalarına, yakın çevresine yapmasını emretmedi mi? Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamber işe evvela kendi ailesinden başlamadı mı? En iyi bildiklerinden, en iyi tanıdıklarından? Demek ki evrenselliğin koşulu da yerli olmaktır. Kutlu’nun hikâyelerinde Anadolu vardır gürül gürül. İyisiyle kötüsüyle acısıyla tatlısıyla şiiriyle küfrüyle Anadolu. Böyledir, her hikâyesinde herkesin bir ayağı Anadolu’dadır, yazarı dâhil. Bence Kutlu’yu bu denli okunaklı kılan, hikâyelerindeki lezzetin temel kaynağı da bu Anadolulukta aranmalıdır. Zira bu Anadolu öyle bir Anadolu’dur ki dervişler kol gezer, âşıklar saz çalar, türküler susmaz, çile bitmez, peygamber sevilir, övgüsü bitmez, felekle cenk bitmez, dualar dinmez, muhabbet eksilmez.

En son olarak Kutlu’nun beni benden alan kitaplarından bahsetmek istiyorum. Bu kitapları alın okuyun diye mi? Yok yok hiç değil, ufak da olsa o kitaplara duyduğum minnetin sırtımdaki ağırlığı biraz olsun dinsin diye.

Menekşeli Mektup: Bir Hac hikâyesi anlatır ki orda Kutlu umreye gitmiş kadar olur insan.

Mavi Kuş: Özel bir parantez açmak gerekir Mavi Kuş’a, zira dilde bu kadar sade kalabilip özde bu kadar derine inmek çok az kitapta rastlanır bir husustur. Gerçeğin nerde başlayıp nerde bittiği, gerçeğin esas mahiyeti gene bir Anadolu hikâyesi vesilesiyle anlatılıyor kitapta. Ünlü İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin de kitabınkine benzer senaryoda bir filmi vardır: Kirazın Tadı. Kutlu’nun bu filmden haberi var mıdır bilmem ama aynı temanın bir mahir yönetmen ve usta bir hikâyeci elinde nasıl insanı mest ettiğini göreceksiniz. Ben itiraf ediyorum Kutlu’nun Mavi Kuş’u belki mevzuu bize Anadolu üzerinden anlattığı için daha lezzetli gelmişti bana. Anadolu’yu daha iyi bildiğimden onun bende neye karşılık geldiğini daha çabuk kestirebildiğimden olsa gerek.

Bir de uzun hikâye. O ne hikâyeydi be!

Son söz: Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini okumak cuma namazı çıkışı cemaatten hiç tanımadığın birine Allah kabul etsin demek gibidir. Öylesine bir ünsiyettir!

Yunus Melih Özdağ

Edebiyat Ortamı/Sayı 19

9 Şubat 2011 Çarşamba

Minnet Eylemem



/zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
rizkimi veren hudadir kula minnet eylemem/